Sevdiğim ve yazılarımın sıkı takipçisi olan bir okuyucuma “kendini doğurmak” diye bir ifade kullanmıştım kısa bir süre önce. “Bir insan kendini nasıl doğurur ki?” diye sorunca söz vermiştim kendisine, “kendini doğurmak” nedir, yazacağım diye!
Hepiniz takdir edersiniz ki hiç kimse bizi bizden daha iyi tanıyamaz.
Aynaya her bakışımızda veya kendimizle kalabalık kaldığımız her zaman diliminde etrafımızı saran, içimize sızan ve zaman içinde derinliklerimize kök salmaya başlayan, kendini gözümüzde sürekli önemsizleştiren ve dolayısıyla bizi gevşeterek, tedbir almak konusunda bir irade sahibi olmamızı sürekli engelleyen ama kendimize itiraf bile etmekten imtina ettiğimiz yanlışlarımız, kusurlarımız, eksikliklerimiz, hatalarımızın, günahlarımızın yani ‘kötülüklerimizin’ hepimiz farkındayız çünkü.
Müthiş bir kamuflaj yeteneği ile kimseciklere görünür olmamalarından, kendilerini iyi gizlemelerinden dolayı gizli bir hoşnutluk içinde olsak da her insan vicdan denen acımasız yargıcın karşısına dikildiğinde hakkında verilecek hükmü az çok biliyor ve bu konuda ‘kendisi hakkında’ mutlak bir kanaat sahibi kanımca.
Evet; örtmek, ötelemek, ertelemek, yok saymak, görmezden gelmek nefsimizin çok iyi oynadığı, kurallarını çok iyi bildiği ve numaralarını bize en iyi yedirdiği oyunlardan. Bu akli oyunların yenilen tarafı hep biz olduğumuz için, ‘kötülüklerimizi’ nefsimizi (yazık ki) vicdanımıza imam kılan beşeriyetimizle örtbas ediyor; başkalarının üstüne atarak, başkalarında teşhir ederek, başkalarının tabiatıymış gibi göstererek uzakta tutuyoruz kendimizden.
Ancak bunu yaparken aslında kalbimizi öldürdüğümüzü, bize varoluşumuzla yüklenen ‘tevhid’ çipini kirlettiğimizi; kirlenmediği, üstü örtülmediği takdirde yaratıcımızın sesi olan vicdanımızı katlettiğimizi; bizi yaratılanlar içinde ‘eşref’ konumuna getiren aklımızın üzerindeki çıkar odaklı kirimizi, pasımızı ‘her ne hikmetse’ fark edemiyoruz.
Zira (başta kendi nefsim) her birimizin hareketlerinin, sözlerinin, yargılarının, ithamlarının, ihtiraslarının, özensizliklerinin, nezaketsizliklerinin, bencilliklerinin yanisi tonla zarar ve ziyanının hayatın özüne nasıl fenalıklar getirdiğini, kötülüklere hangi kötülükleri eklediğini, kötülükleri nasıl çoğalttığını düşünmüyor, bunun muhasebesini yapmıyor; kimbilir, belki de yapamıyoruz. Bu yüzden de kendimizi yaşanan hiçbir olayda, kurulmuş hiçbir cümlede, kötülükle uzaktan yakından ilgili hiçbir yüklemin öznesi olarak görmüyor; herkesi yakasından tutup sokmak için can attığımız ve bu sayede de (sözüm ona) vicdanımızı rahatlattığımız insanlık imtihanına kendimiz hiç girmiyor; hak ve adalet kantarımıza bir türlü yalnız başımıza çıkma cesaretini gösteremiyoruz.
Sonuçta da yaşanan onca kötülüğü üstlenen kimse olmadığı için, hepsi otomatik olarak birer ‘faili meçhul’e dönüşüyor. Çünkü herkes iyi, herkes mükemmel, herkes doğru, herkes
tertemiz olunca bunca kötülüğün sorumluluğunu üstlenecek, bunun özeleştirisini yapacak tek bir suçlu, tek bir fail, tek bir sorumlu ortaya çıkmıyor. Doğal olarak da kötülük; hep bir başkasının suçu, fiili, tabiatı haline geliyor.
Bu faili meçhul(!) “kötülük(ler)” yaygınlaşarak kolektif bir hal alıyor, hayatı çürüterek tüm toplumu kanser hızıyla adım adım nefessiz bırakıyor.
İşte benim okuyucuma sözünü ettiğim ve her fırsatta dile getirdiğim “kendini doğurmak” dediğim şey , tam da burada devreye giriyor.
“Kendini doğurmak”, yani; eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, çocuklarımız, sevdiklerimizden başlayarak toplumun her kesiminde meydana gelen üzücü bir olayda, kazada, ölümde, musibette, cinayette, hırsızlıkta, samimiyetsizlikte, gıybette, dedikoduda, iftirada kısacası aklınıza gelebilecek ve bizim “kötü” olarak sıfatlandırdığımız her şeyde “benim payım ne, ben bu işin neresindeyim” gerçeğiyle yüzleşip bu yüzleşmeye hayatında can verebilmek.
Misal; anne ise çocuğunun hatasıyla; öğretmen ise öğretemediği öğrencisiyle; avukat ise tartamadığı adalet terazisiyle; imam ise yapamadığı kanaat önderliğiyle; hakim ise kader biçen hükmüyle, tüccar ise ölçüsüyle; müteahhit ise vicdanıyla yüzleşebilecek.
Herkes kendini doğurduğunda; öğretmen mesleğini çoluk çocuğunun nafakası için sınıfta ders anlatmaktan ibaret bilmeyecek, doktorumuz hastasını ekmek kapısı gibi görmeyecek, avukatımız suçlu olduğunu bildiği müvekkilini berat ettirmeyi başarı saymayacak, imamımızın mahallenin berberinden farkı olacak; siyasetçimiz işgal ettiği koltuğu yakınlarına istihdam alanı olarak parsellemeyecek, bürokratımız işi kitabına uydurmayı işin kitabından daha iyi bilmeyecek,memurumuz mesai saatini lak-lak’la doldurmayacak, işçimiz mesaisinin içini lakaytlıkla boşaltmayacak, müteahhitimiz zalim , tüccarımız üçkağıtçı, dilencimiz milyoner, annemiz duasız olmayacak.
Yani hak ve adalet kantarına kendimiz bir başımıza çıkmadıkça, gerçeklerimizle yüzleşmedikçe, kendi kalbimizin elinden tutup onu secde secde gözyaşı ile temizlemedikçe, pişmanlıklarla yoğurmadıkça, tövbelerimizle süslemedikçe; içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğmak için “bismillah” demedikçe hiçbir şey düzelmeyecek.
“Peki bizim atamız, dedemiz, babamızın yaşamsal sürecinde nasıl oldu da kötülük bu kadar yaygın değildi; yaygın olan yerlerde ise faili belli idi?” diye sorarsanız…
“Biz hayatla bağlantımızı kaybetmiş insanlarız.” der Dostoyevski “Yeraltından Notlar” adlı yapıtında ve ekler;
“Hepimiz sakatız! Bağlantılarımız o kadar kopuk ki; gerçek hayata karşı tam bir tiksinti duyuyoruz. Bu yüzden de bize bunu hatırlatan insanlara kızıyoruz. Hatta o kadar ileri gittik ki, ‘gerçek hayat’a tam bir yük olarak bakıyoruz”
Çok uzun yıllar önce yazılmış bu sözlerin penceresinden geçmişe kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte, sorduğumuz soruya cevap bulabilmek adına;
Zihin koridorlarında taş çatlasa on beş yıl öncesine kadar gidip ‘vaktimizi doldurmak’ adına çaba gösterdiğimiz ve bu çabanın huzurunu gece uykuya yenik düşen gözlerimize teslim olmadan evvel “madalya” diye göğsümüze taktığımız zaman dilimlerini anımsayacaklardır otuz, otuz beş yaş üstü okuyucu ve takipçilerim.
Sonra ne olduysa bilmiyorum.
Özellikle şu son on yıl içinde, adeta ışık hızıyla “vakti doldurma” çağı bitti, “vakit geçirme” çağı başladı.
Biz on - on beş yıl öncesinde dedemizin,ninemizin, babamızın, annemizin rehberliğinde ‘vaktimizi doldurmak’ için gece gündüz demeden, “bana verilen işi en iyi nasıl yapabilirim, kimin yarasını sarabilirim, kimin derdine derman olabilirim, kimin gözyaşını silebilirim, kimin yüreğine dokunabilirim, daha iyi bir geleceğin inşası için bana düşen görev ne” diye deli gibi çalışıp gayret ederken, bu yeni ışınlandığımız çağda ‘vakit geçirmek’ için bütün gayretlerden el ayak çekmek ‘tuhaf bir şekilde’ yetmeye başladı.
Bugün zirve yapmış bir memnuniyetsizlik hali, yanında selam durmuş bir tüketim hırsı, onun da emrine amade doymak bilmez bir hırs ile tüm vaktimizi elimize tutuşturulan, gözümüze sokulan, zihinlerimize boca edilen birtakım hazır menü eğlenceler karşılığında bozdurup harcıyor; konuşuyor, eleştiriyor; bize doğan her güneşle beraber yeniden bahşedilen günümüzün karşılığında ne bize ne de başka birine faydası olmayan, yarınlar açısından da bir katma değer sağlamayacak bir sürü saçmalık alıyoruz ve bu saçmalıklar gün boyu zihin torbalarımızı tıka basa dolduruyor.
Ama işin tuhaf tarafı bu ‘boşunalık’ içinde hepimizin acelesi var ve hep bir yerlere bir şeyler yetiştirme telaşında yaşıyoruz. Bu telaşın tedirginliği ile kendi hayat hikayesini dahi özetinden hızlıca okumaya çalışan; yüzleşmediği, içinin orasına burasına itelediği, sonralara ertelediği şeylerin kamburuyla yaşayan bir insan modeli çıktı ortaya.
Bakın en yakın çevrenizden başlamak suretiyle etrafınıza, “huzur” kavramına kaç kişide ulaşabilir, bu nasipdarlığı elde etmiş kaç kişiyle tanışabilirsiniz?
Görmek, yüzleşmek, yüzümüze vurulan sorulara samimiyetle cevap aramak; kırılanı tamir etmek, itiraf edilmesi gerekeni itiraf etmek, düzeltilebilecek şeyleri düzeltme gayretini bırakın bir tarafa kurulan iletişimler bile asla dinleme üzerine değil; cevap verme ve haklı çıkma üzerine.
Ürettiğimiz bir şey var mı, hayır!
Yaşadığımız çağın biriken dağ gibi sorunlarının çözümü adına bir gayretimiz, bir katma değerimiz peki?
Konuşmak ve eleştirmek dışında ona da hayır!
“Bir hikayesi olmayanın hatırası olmaz” demişti dedelerimiz dinlemiyoruz; “hatırası olmayanın hafızası olmaz” diye eklemişlerdi umursamıyoruz; “hafızası olmayanın bilinci olmaz, bilinci olmayanın hayatı olmaz, hayatı olmayanın hikayesi olmaz” diye üst üste dikte etmişlerdi ama hiçbiri ilgi alanımıza girmiyor bile.
Bu yüzden olsa gerek ki; kelimelerin boşluğu dövdüğü, anlamların buharlaştığı, kutsalların sinirlerinin alındığı bu çağda “saatler harcayıp, uykusuz geceler geçirip cümleler kurmaya çalışmanın, kelimeleri yan yana getirerek anlamlı bütünlükler oluşturmaya çabalamanın bir anlamı kaldı mı” diye soruyorum özellikle son zamanlarda kendime.
Doğurmak için saatlerce kanadığınız, kıvrandığınız bir konu, muhteva ve derinliği ne olursa olsun açık bir tüketim malzemesi artık çünkü.
Duygusal bir çölleşme içinde sanki çağlar öncesinde kullanılan işaret diline sahte bir özlemle kullanılan ruhsuz emojiler, anlamsız işaretler asırlar öncesinden günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş, taşıdığı anlam derinliği ile milyonlarca insanın hayati istikametine yön vermiş olduğuna inandığım en hikmetli sözlerin dahi üzerinde anlam lekeleri bırakabiliyor.
Bu zihinsel erozyonu örtbas edebilmek için de plastik kokan nefeslerin ölgünlüğü ve makinelere köle olmuş bir insanlığın esaretinde artık hemen her tarafı plastik çiçekler, suni yeşillikler ve duyguların naylondan mamul, teknolojiye ayarlı imitasyonları kapladı.
Gerek kendi zihin çölüme ve gerekse de şu mevcut ahvalimize rağmen avuçlarının içinde hâlen anlam biriktirmeye çalışan, bu anlamı paylaşma gayretiyle gecesini gündüzüne katan; yaşadığı çağa olan borç ve sorumluluğunun farkında olan seçilmişlere bu pencereden baktığımda yüreğimin derinliklerini kelimelerin tarife güç yetiremeyeceği manasız bir sızı kaplıyor.
Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri hayata geçiren; batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiç bir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini insanlığa armağan eden; gelmiş geçmiş hiçbir medeniyetin sahip olamadığı bu koca manevi mirasa karşılık; terazinin öbür kefesinde samimi her gayretin ayaklar altında ezilmesi; kanser hızıyla yayılan zihni çölleşme, bizi biz yapan ve bugünlere taşıyan kültürümüzün ülkesizleşmesi, artık her ferdi etkisi altına alan ve reddedene yaşam hakkı tanımayan bir “idrak yolları enfeksiyonu” ile yaşanan anlam erozyonu var.
Sizi bilmiyorum ama benim bu gidişattan aklımın midesi bulanıyor; zira tüm güzelliklerimiz artık oramıza buramıza takıp takıştırdığımız birer yalan, inceliklerimiz kuru birer tekerleme, dedemizden miras alıp çocuklarımıza emanet bırakacağımız değerlerimiz bozdurup
harcadığımız ucuz birer obje, zevksiz birer nesne haline geldi ve kalan kırıntıları da yok etmek üzereyiz.
Bu yüzden olsa gerek; bir hayatımız, bir hikayemiz olduğunu; bu hayatın başrol oyuncusu olduğumuzu, bu rolle göğsünden süt emdiğimiz çağa olan sevgi, merhamet ve adalet kavramları altında ödeyeceğimiz borçları yara almadan farkedemiyoruz. Başımıza gelince veya herhangi bir bela, musibet ile imtihan olununca farkeden gözlerimiz içe dönük değil ve bakışlarımız hep başka yerlere bakmaya hevesli.
Oysa ki dışarının sağır edici gürültüsü içinde yaşarken, duyarken, hissederken, kendimize ve başkalarına yönelirken, kendimizle ve onlarla zamanı paylaşırken, içimizdeki onca şeyle birlikte hayatın içinde akıp giderken farketmeliyiz ki geçmişimizden toplayarak geliyor; elimizde olanı bırakarak; çoğalmak yerine azalarak, parçalanarak, adım adım eksilerek, zamanımızı boşa harcayarak ve belki de en acısı bir daha çıkmayacağımız şu sahnede perdenin kapanmasına aldığımız her nefesle birlikte yaklaşarak ilerliyoruz bu yolu.
İşte benim kendini doğurmak tabirim tam da bu noktada hayat buluyor ve bu sancıyla kıvrananlara, kendini arayanlara, anlamsızlığın zirvesindeki bir çağda anlam yükünü yüreğinde taşıyanlara bir yenilenmeyi, farkındalığı, gayeyi, varoluşu, gayreti, mücadeleyi, teslimiyeti ve tüm bunların yayacağı ışıkla da yaşadığı çağın karanlığını aydınlatmayı fısıldıyor.
Bu fısıltıyı duyanlara, taşıyıp yayanlara, en çok da kendini doğuranlara selam olsun!