Bugünkü yazıma yaşadığı toplumu 180 derece değiştiren, dönüştüren, yenileyen, düzelten Alemlere rahmet olanın “muhafazakâr” olup olmadığıyla ilgili beyninizde bir sekme açarak başlamak istiyorum. Zira O’nun (sav) hayatında okuduğum ve algıladığım kadarıyla bugün anladığımız manada bir “muhafazakarlık” olduğuna veya yaşadığı topluma dair bişeyleri “muhafaza” ettiğine denk gelmedim hiç.
Çünkü O(sav), yaşadığı toplumun “muhafaza” etmeye çalıştığı değerlere karşı çıkan bir devrimci olarak göze çarpıyor. Değişime ve gelişime kapalı kapkara granitlerin karşısına geçmiş ve “devrim” ruhunu o denli benimsemiştir ki; yaşadığı dönemde bırakın müdahale etmeyi, sorgulamaya bile kimsenin cesaret edemediği tabuları yerle bir etmiş; 23 senelik mücadelesinin ardından kömür gibi bir toplumu elmasa dönüştürmüştür.
Ama bugün İslâm toplumunda siyasi, mezhebi, kültürel ve ekonomik olarak parçalanma yaşanmasına, hakikat kırılmasına ve her bir grup kendi elindekine sarılarak “gerçek budur” diye fanatizm naraları atmasına rağmen ihtilaflı ve ötekileştiren bir mekanizma işliyor ve herkes kendi elindekini “muhafaza” etmeye çalışıyor.
O yüzden kim bana ne derse desin; bugün İslam Âleminin üzerindeki miskinliğin, sessizliğin, kayıtsızlığın, durağanlığın, mutaassıplığın, bananeciliğin, cahilliğin, idealsizliğin, bilgisizliğin, ferâsetsizliğin, basiretsizliğin ana kaynağı muhafazakarlık putudur. Sorgulanmayan, sorgulanamayan, entegre edildiği inanç sistemini sömüren bu tabu var olduğu müddetçe, İslam aleminin muvazene unsuru bir yapı oluşturması da mümkün olmayacaktır.
Oysa ki, karanlığa karşı mücadele verecekseniz önce içinizdeki karanlıkları aydınlığa boğmalısınız. Kendine faydası olmayan biri başkasına nasıl yardım edebilir ki?
Hep dediğim gibi genelde tüm dünya müslümanları, özelde ise Türkiyeli müslümanlar olarak eşyanın doğasındaki dinamiklik ve değişimi kavrayamamız bir tarafa; mantığımızla birlikte geleneksel din, dil ve hayat algımız da (Eflatun’un iddia ettiği gibi) eşya ve hayatın sabit olması üzerine şekillendiği için çağdaki hızlı değişimi bir şekilde yaşadığımız halde görmemizi engelliyor ve bizi değişim karşısında aciz bir durumda bırakıyor.
Yani en önemli nedenlerden biri Müslümanlar olarak son iki asrın bütün değişimlerine hazırlıksız yakalandığımız gibi, hız çağının getirdiği dijital dünya çağına da ayak uyduramamış olmamız.
Zira zamanın, eşyanın, düşünce ve fikirlerin durağan, hakikatin geçmişte bir yerde sabit olduğu, değişmediği, değişmeyeceği, kişinin her dönemde bu sabiteye göre kodlanması gerektiğini söyleyen bir hafızaya ve din tasavvuruna sahibiz. Ancak buna rağmen batılı bir paradigma (değerler dizisi) ile düşünerek yeryüzündeki her şeyin bizim için yaratıldığını, onların sahibinin insan olduğunu, onu elde etmek için her yolu kullanabileceğimizi, elde edince de onu sınırsızca tüketebileceğimizi söyleyen; böylelikle insanı sorumsuzlaştıran ve alabildiğine yücelten, yani merkezinde insanın bulunduğu seküler (dünyevi) bir zihne sahibiz.
Yani, batılı gibi yaşıyor ama atamız dedemiz gibi düşünüyoruz. Bu yüzden de hep andığım gibi söylem ve eylemlerimiz birbirini yalanlıyor.
Biz “nasıl” bu hale geldik demeyeceğim. Çünkü “nasıl” sorusu, her zaman uygulana geleni, şekli açıdan tanımlama ihtiyacıyla sorulur ve buradaki çaba, eylemi şeklen tanımak içindir.
“Niçin” bu hale geldik diyeceğim. Çünkü “niçin” sorusu, hareketi ve var olan duruma karşı alternatif bir gelişimi ya da iyi olanı daha ileri bir seviyeye getirmeyi amaçlar; yapılacak olanın ya da yapılmış olanların amacını ve sonucunu ortaya koymak için sorulur.
Ancak şunu da belirtmek gerekiyor ki bugünkü asıl tablonun sebebi “niçin” diye akletmek yerine “nasıl”ın peşine düşmemiz.
Çünkü sorulabilecek “nasıl” sorusu rahatsızlık verici değildir. Bu sorunun muhataplık alanı aklınızın alamayacağı kadar geniştir ve “nasıl” sorusuyla ortaya konan araştırmaların sonucunda; “asıl” olan ya boya değiştirir ya da muhafaza edilir. Dolayısıyla “nasıl” sorusu ile keşfedilecek buluş ve yeniliklerin mevcut tabloya karşı söyleyeceği hiçbir şey yoktur.
Misal verelim!
Abbasi ve Emevi ilim havzalarında oluşan binlerce ciltlik eserin içinde İslâm’ın şeklen nasıl yaşanacağına dair en ince ayrıntısına kadar her şeyi bulursunuz. Öyle ki bir lavabo ihtiyacı için bile bir merasim gerekir adeta. Ancak hemen hiçbir eserde Abbasi ve Emevi saltanatlarına veya bu saltanatların zulümlerine karşı İlahi kelamın ne dediğini asla bulamazsınız. Çünkü burada niçin sorusu devreye girmektedir ve bu soru tarih boyunca birçok faziletli ismin can vermesine, dillerinin kesilmesine sebep olmuş; niçini sormak yerine maslahat gözetilmiş, vahiy bazılarının göz hapsine alındığı için de içtihat kapısı kapatılmıştır.
Niçin sorusu ertelendiği için artık düşünmek yasak hale gelmiş; “muhafazakarlık” putu baş köşeye oturmuş; “nasıl”ın oluşturduğu bilgi yığınıyla araç ile amaç yer değiştirmiştir. Çünkü bu kadar alim, hoca, arif benim kıyamete kadar olan sorunlarımı tesbit etmiş, rüyamda gördüğüm asansörün bile ne anlama geleceğini yedi yüz sene önce haber vermiştir(!)
Artık Taif’teki ayağı yaralanan, zulüm ve muhasara altında acı çeken ama buna rağmen “ah etmeyen” bir peygamberi örnek alamaz; Hz. Bilal(ra)’in taşlar altında kalışına rağmen zulme olan kıyamını ve dirayetini ilke edinemezsiniz. İslâm’ın ilk anları olduğu için duyduğu birkaç ayete olan sarsılmaz imanı nedeniyle ilk şehit olan Hz. Sümeyye(ra) sizi o kadar ilgilendirmez bile…
Çünkü nasıl sorusu yönünüzü de kutsalınızı da yeniden şekillendirmiştir.
Bu yüzden de Osman Gazi’nin odada bulunan Kur’an için sabaha kadar yatmadığını ve ayakta dikildiğini okursunuz ama; bu harekete özenirken, Allah’ın geceyi kulları için istirahat gayesiyle yarattığını ve yatarken kendisine vahiy gelen bir peygamberi hesaba katarak bu hareketin övünülecek bir yanının olmadığını düşünemezsiniz.
Elinize aldığınız bir hadis kitabında Buhari’nin naklettiği her hadis için iki rekat namaz kılıp bir boy abdesti aldığını okurken “bu yüce takva!” karşısında “bunların ayağının tozu olamayız” der; ‘inancınıza zarar gelir endişesiyle’ nakledilen her hadis için ayrılan namaz ve boy abdestlerine harcanacak toplam sürenin Buhari’nin ömrünü kat be kat geçtiğinin hesabını bile yapacak kadar düşünme cesaretine sahip olamazsınız.
Ashab-ı Kehf’in mağarasını, sayısını, köpeğinin adını, hatta nasıl uyuduklarını sorarsınız ama niçin mağaraya kaçtıklarını bir türlü sormaz ve düşünemezsiniz; çünkü size ancak nasılı sorma hakkı tanınmıştır.
Sizin için Meryem Suresi’nden alınacak ders sadece üzerine hurma dökülen bir kadın ve bu hurmanın verdiği doğum rahatlığı gibi uyduruk bir tıbbi tavsiyedir sadece. “Hz. Meryem kimdir, niçin ailesinden ayrılmıştır, niçin susması emredilmiştir, niçin alemlerin kadınlarına üstün kılınmıştır?” bunlar aklınıza dahi gelmez.
Devam etmeye gerek var mı sizce örneklere? Bence hayır.
Çünkü; “niçin Müslüman olmalıyım?” sorusundan önce “nasıl bir Müslüman olmalıyım?” sorusu önceliğimiz olduğu için dini bir muhafazalar silsilesi olarak okuyor; atamızdan, dedemizden, babamızdan aldığımızı muhafaza etmeye çalışıyor; riayet değil rivayet üzerine bir yaşam sürüyoruz. Bu sayede de “niçin müslüman olmalıyım?” sorusuna odaklandığımızda; düşünerek, araştırarak bulup kabul edeceğimiz İslamımızın hem bize, hem de etrafımızdakilere hayat vereceğini atlamış oluyoruz.
Bunun en canlı örneği yeryüzünde hayatı Allah’ın istediği noktada inşa etme yolunda iflas etmiş, Allah’ın bu dünyada kurmamızı istediği cenneti bu dünyada kurmayı başaramamış ama gözünü ötelere diken üç kıta dolusu Müslümanlığımız değil mi?
Allah aşkına hangi İslâm ülkesinde kan, gözyaşı, barut kokusu yok? Hangisinde istisnasız her gün annelerin gözleri iki resim karesine mahkum bırakılmıyor?
Evet…Tüm bu olup bitenler aslında bir türlü görmek istemediğimiz nasılı bol ama niçini olmayan hayatımızın avucumuza bıraktıkları.
Zira inandığımızı iddia ettiğimiz ama bir türlü okuyup, anlayıp yaşamaktan kaçtığımız kitabın tam 75 ayetinde emredilmesine ve “akletmezseniz başınıza pislik yağar” ilahi ikazına rağmen düşünmeden, akletmeden, sormadan, sorgulamadan kabul ettiğimizi sandığımız ve bu kabulün tezahürü dindarlığımızı test etmek için fazla uğraşmadan sadece etrafımızdaki insanların bilgilenme kaynaklarına ve hayat tarzlarına bakmak; söylem ve eylemlerimizin arasındaki tezatı görmek yeterlidir!
Niçin bu hale geldik anlaşılıyor mu biraz?
Nasıl diriltileceğini sormaktan önce niçin yaratıldığını sorgulamayan bir zihin pek tabi ki toplumun kabullerinin peşine düşüp onlara kutsallık atfedecek ve giydirdiği kutsallık gömleğini ısrarla “muhafaza” etmeye çalışacaktır.
Kadın ve kızlarımıza nasıl örtüneceklerinden önce niçin örtünmeleri gerektiği anlatılmış olsaydı etrafımız “örtülü çıplaklar” ile dolup taşar mıydı? Veya tesettür kavramı alimlerin teferruatları arasına karışırken, tesettür modası milyar dolarla anılıp karuni çıkarlar arasında kapitalizme kurban gider miydi?
Bugün tesettür modasına akan paralar ile dünyadaki açlığı kaç kez kökünden kurutacağınızı bir araştırın isterseniz!
Nasıl namaz kılacağımız, nasıl oruç tutacağımız, nasıl hac yapacağımızdan önce bunların amacını ve dışa dönük yansımasını ortaya koyan “niçin yapmalıyız” sorusunu kendimize sormuş olsaydık; bu saydığım ritüeller ruhsuz birer tekrarın dışına çıkıp hayatımıza can katarak etrafımıza sevgi,saygı,şefkat,rahmet ve merhamet yaymamızı sağlamaz mıydı?
Her yıl din görevlileri rehberliğinde kutsal topraklara giden binlerce hacı adayımıza tavafın nasıl olacağı, kurbanın nasıl kesileceği, şeytanın nasıl taşlanacağı anlatılırken haccın niçin emredildiği ve orda ortaya konan her davranışın niçin yapıldığı anlatılmış,idrak ettirilmiş olsaydı (bu amaca ulaşabilenlere selam olsun); şeytan taşlayıp hacı olan kardeşlerimiz, döndükleri zaman hala aynı şeytani düşünce ve sistemlerin peşinde olur veya dün taşladığının bugün yanında yer alır mıydı?
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; peygamberin yirmi üç yılda inşa ettiği topluluk asırlar sonra da olsa bir daha ortaya çıkmamıştır.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; tevhid tecvidin arkasında, itikat amellerin gerisinde, şuur ve tahkik taklidin gölgesinde kalmıştır.
Bugüne kadar girdiğim her konferans salonunda gençlere ısrarla “sorgulamalarını” tavsiye eden biri olarak sorgulama,düşünme,akletme ile ulaşılan gerçeklerin bizi hakikate eriştireceğini ve bu hareketimizin tertemiz bir başlangıcın ilk adımları olarak “dilde değil özde” insan olmamızın yollarını açacağını savunan biriyim. Çünkü bu temiz başlangıç at izinin it izine karıştığı, İblis’in İdris libasında dolaştığı günümüzde bilgiyi bulanmadan almamıza ve tanımamıza yarayacaktır.
Aklımıza ve gönlümüze zerk edilen bir takım boş inançlardan kaynaklı kimi tabuları yıkarak cesaretle söylemeliyiz ki; Allah, “Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz” derken, aynı zamanda da temiz olmayan bir aklın kitaptan herhangi bir nasibe erişemeyeceğini ısrarla bildiriyor. Zira mushafı okuyabilmek için Elif-Ba bilgisi ve kafa gözü yetiyor, bu yüzden çocuklar bile kolayca okuyabiliyor mushafı ama Furkan olan kitabı vasfen “faruk” olanlar yani aklen, zihnen, ruhen “diri” olanlar okuyabiliyor.
İslam’ın oluşum süreci olan 23 yıllık zaman diliminde dahi koşullar değiştikçe konulan kuralların da değişmesi söz konusu iken çok daha uzun zaman dilimleri için herhangi bir değişimin olmaması, ısrarla “muhafaza” edilmeye çalışılması ve değişime gerek duyulmaması mümkün değildir.
Öyleyse yenilenmiş bir şuurla en baştan ikrar edelim ki; “muhafaza” etmemiz gereken şey; “aklımızın temizliği”, “ruhumuzun ve zihnimizin diriliği”, “vicdanımızın kıyamı”dır. Bu yüzden de tam ve şeksiz rızanın yolunu bunlarda aramalıyız.
İşte o an yeryüzü işlerine hürmet eden birer insan olarak semavi işlerde farkındalık sahibi olacak ve insanlararası münasebetlerimizi nezaket,şefkat,rahmet,merhamet ve adalet üzerine inşa ederek Allah’ın bu dünyada kurulmasını istediği cennetin temellerini atmış olacağız.
Uyanabilen nasiplilerden olabilmek dileğiyle…
Müebbet Muhabbetle.