Tıpkı bir deniz gibi çalkantılarla dolu bir dünyanın mahkûmlarıyız adeta. Zaman zaman yoğunlaşan ve zaman zaman da sakinleşen fırtınaların asla dinmediği bir dünya burası.
Geçmişe baktığımızda günümüzle arada gördüğümüz tek fark sadece kavgalarda kullanılan araç ve gereçlerin daha modernize edilmiş olmasıdır.
Egosu bir türlü tatmin olmayan insanlar, dünyadaki kavgaların bir numaralı müsebbibidir. Kendileri, her türlü imkân ve salahiyete sahip olmalarına rağmen güçsüz gördükleri insanların zar zor elde edebildikleri imkânları da onların ellerinde almak isterler.
En büyük sermayeleri de gaddarlıklarıdır. Onlar hiçbir canlıya acımazlar. Acımak onların bilebildikleri bir duygu değildir.
Kendilerini bir tanrı gibi üstün görüp tüm dünyayı kendilerinin yönetmesi gerektiğine inanırlar.
Bilinen insanlık tarihi boyunca bu zalimlerin elinden insanlık bir türlü kurtulamamıştır. Zalimi değiştirebilmişler se de yerine gelenler aynı zulmü devam ettirmişler.
Hiçbir rejim yöneten insanın zulmünü önleyememiştir. Rejimlerin modernleşmeleri zulmün de modernleşmesini sağlamıştır. Başka hiçbir işe yaramamıştır.
İşin en enteresan tarafı da zulme uğrayanların çoğunluğu bu zulmü tamamen içselleştirerek onunla yaşamayı adeta bir ibadet sayar hale gelmiş olmalarıdır.
Açıkçası zulme uğrayan tüm insanlar, ne yaptılarsa hep mağlubiyetle sonuçlanmış hiçbir zaman galip gelememişler. Bu nedenle de dünya
zalim olmayan ve dolayısıyla zulüm barındırmayan bir yönetim sistemi bulabilmiş değildir.
Bana sorarsanız bu gidişle insanlığın işi çok zor. Yapılması gereken tek şey, genetikçilere düşüyor. Genetikçiler, genlerinde şiddet barındıran, acımasızlık barından insanların üreme zincirini kırmalı ve onların çoğalmasının önünü kesmelidirler. Bunun başka çaresi yok gibi duruyor.
“Tekâmülün son mertebesi ölümdür” diye güzel bir süz vardır. Ancak, bir de “Beşikteki huy teneşirde çıkar ”şeklinde de başka bir deyim var.
Son nefesini verene kadar tekâmül edip gelişen insanlar olduğu gibi asla tekâmül etmeyen ve gelişemeyen insan kılıklı yaratıklar da vardır.
İnsanların haklı taleplerinin kamu güvenliği sayesinde süratle karşılandığı ve haksız taleplerinin ise aynı hızla reddedilebildiği bir adalet sistemi, teorik olarak kurulabilmiş olsa da pratikte çok da bir işe yaramadığı herkes tarafından gayet iyi bilinen bir gerçekliktir.
Bu olgudan varacağımız tek bir sonuç vardır, sistem ne kadar mükemmel olsa da sistemin uygulayıcıları, görevleri ile ilgili yeterli liyakat sahibi değillerse o sistem gene işe yaramayacaktır.
Liyakat derken kastettiğim, bir görevi yerine getirmeye talip insanlar arasında o görev için en mükemmel olanıdır. Liyakatin belirlenmesinde, belirlenecek yol ve yöntemler son derece objektif ve siyasi mülahazalardan uzak olmalıdır.
Aksi taktirde yapılan bütün çabalar, kuzeye giden bir geminin içinde güneye doğru giderek güneye varacağınızı sanmak gibi komik bir çabadan başka bir işe yaramayacaktır.