İyi, güzel, doğru, hak ve hakikat adına ne varsa; sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve en çok da adalet adına ne varsa yaşamayıp sadece dillendirdiğimiz için mi eğriye ve yanlışa olan bu aşkımız yoksa sırf Rabbin ihtişam ve kudretini görebilmek adına birer nimet olarak verilen gözlerimizi külfete çevirip onun bunun şunun ayıp, günah ve kusuruna odaklanmak daha mı kolayımıza kaçıyor!
Dede kurşun kalemle yazı yazmaktadır. Torununun kendisini seyrettiğini fark eder, bir ara başını kaldırır ve “evladım kurşun kalemden insanın öğreneceği beş şey vardır. "der:
Ne kadar harikalar meydana getirirse de onu yöneten bir el vardır. Bizde bu el yaratıcıdır.
Dede, arada durur ve sonra kalemi sivriltir.
Bu kaleme acı verse de onu güzelleştirir, hayattaki acılar da böyledir. Yanlış yaptığında silmene olanak tanır, sen de yapılan hataların telafisine imkan ver. Kalemi değerli kılan dışındaki tahta değil, içindeki kurşundur, dışını değil içini güzelleştir ve insanların dış güzelliğine değil, iç zenginliğine değer ver.
“Unutma” evlat der bu kez…
Kurşun kalem her yerde bir iz bırakır, sen de yaptıklarınla hayatta güzel bir iz bırakarak git.
Evet, aslında dedemizin dediği gibi insanlar birbirinin sadece dışını görür. Allah ise hem dışımızı hem de içimizi görür. Bunu bilen bir kimsenin bütün işleri ve düşünceleri edepli olur. Bu nedenle, bedenine değil, kalbine değer vermeye meylet ve gönlünü olgunlaştırmak için çabalamak lazım. Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır.
Ama hayatın eskiye oranla daha hızlı aktığı bir zaman dilimini yaşıyoruz artık ve bu zaman diliminde değişirken bir şeyleri de bırakıyoruz geride yerine başka şeyler koyarak. Ama ne zamanın götürdüklerine mâni olabiliyor ne de getirdikleriyle nasıl başa çıkabileceğimize dair net bir teklif ortaya koyabiliyoruz.
Herşeyin çok hızlı yaşandığı, çok çabuk tüketildiği, iman iddiasında olduğumuz kitabımızın 75 ayetinde emredilmesine rağmen akletmenin ve düşünmenin lüks ve yazık ki zaman israfı sayıldığı bir çağ bizimkisi. Aynı çağın göğsünden süt emdiğimiz insanları anlamak bir yana çocukluğumuzdan itibaren yaşadığımız herşey bizi hızla ama farkettirmeden dönüştürürken bu hıza ayak uydurmak ve çağın gerisinde kalmamak için odaklanmış beyinlerimiz bir kalp taşıdığını unutuyor ve bu koşturmaca içinde kalbin ritmi, fıtri düzeni kaybolup gidiyor.
Zira birbirimizi görmemek, anlamamak, duymamak için yaşanmışlık ve aldanmışlıklarımızın tezahürü önyargılarımızdan, egolarımızdan, aidiyetlerimizden, zaaflarımızdan, ideolojilerimizden, anlama ve kavrama biçimlerimizden, yorum farklılıklarımızdan, ırkımızdan, cinsiyetimizden, kibrimizden, ezberlerimizden, statümüzden, şehrimizden, muhitimizden ve daha bilmem nelerimizin hepsinden birden duvarlar örmüşüz. İç içe geçmiş, birbirini bazen örten, sıklıkla tahakküm altına alan ama hep sinsice saklayan milyonlarca görünmez duvarın ardından birbirimizi işitmeye, görmeye ve anlamaya çalışıyoruz.
Kıymetli bir üstadın dediği gibi kelimenin tam anlamıyla “mış gibi” yaşıyoruz.
Dinlermiş gibi…Anlarmış gibi… Duyarmış gibi. Körler çarşısında ayna satan tacir misali tüm bunların farkına vardığımızda ise iş işten geçmiş oluyor; çünkü avuçlarda kalan tek şey adına “tecrübe” koyduğumuz aldanmışlıklara eklenen can kırıklarıyla tıka basa dolu koca bir yalnızlık oluyor.
İşte -şu sıralar olduğu gibi- bu durumlarda anne babasının kavgasından korktuğu için masanın altına saklanıp, ellerini kulaklarına bastırarak hıçkıra hıçkıra ağlayan bir çocuk gibi; anlamsız savaşlardan, ucuz kavgalardan, basit hesaplardan kaçıyor, kalbimin derinliklerine saklanıyorum. Bugün var, yarın yok mevzuların hengâmesi içinde ölüp gitmektense, dünlerin yarınlarda da var olacak olan, hakikat incilerini toplayarak yaşamak daha insanca geliyor bana. Kitaplara sığınıyorum.
Peki neden bu haldeyiz?
Sanırım başta kendi nefsim bu dünyaya ne için gönderilmiş olduğumuzu ve aslında gelmenin gitmenin ilk adımı olduğunu unuttuğumuz için.
Başka bir şey için değil sırf bizi göndereni razı etmeye geldiğimiz gerçeğini hafızamızın en kuytu köşelerine attığımız için.
Kulluğun öylesine şefkat ile yanyana yazılmış olduğunu sandığımız için.
Kişinin kendine şefkatinin kul oluşunun ama başkasına şefkatinin ise Rabbine kul oluşu olduğunu içselleştiremediğimiz için.
Dilimizle ayan beyan her zaman ve mekânda aslında dile getirdiğimiz gerçekleri ahvalimize yansıtamadığımız; söylem ile eylemlerimiz birbirini yalanladığı için.
Ve asıl olanın bilmek değil yapabilmek, söylemek değil yaşayabilmek olduğunu yazık ki ertelediğimiz için.
Sonuçta da yazık ki dilimiz ne olduğunu anlatmaya çalışırken halimiz ne olmadığımızın en büyük ispatçısı ama anlamanın dilini bilmeden anlatmanın sancısıyla ölüyoruz.
Evet, sağımız solumuz önümüz arkamız üstümüz altımız eğri artık ama bundan da zor olanı sanırım “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak.”
Çünkü inançlarının közüne davranışlarıyla üfleyemeyenler; kötülüğe, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe hizmetin onursuz köprüsü oluyor böylelikle. Bunu da kötülük yaparak değil; zulme, haksızlığa, adaletsizliğe sessiz kalarak, yani pasif “iyi” kalarak yapıyorlar.
Bu noktadan baktığımızda ise eli kolu yıkamak, başı meshetmek yetmiyor şüphesiz. Akla abdesti ilimle, gönle abdesti ise samimiyet ve teslimiyet ile aldırmak gerekiyor. Bunlar olmadan vicdan, insaf, feraset ve basiret devreye girmiyor ve sadece tenin aldığı abdest ile namaz kuru bir ritüel halini alıyor ve günümüz çoğunluğunun yaptığı gibi bir borç ödeme seansına(!) dönüşüyor.
Bilmiyorum.
İyi, güzel, doğru, hak ve hakikat adına ne varsa; sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve en çok da adalet adına ne varsa yaşamayıp sadece dillendirdiğimiz için mi eğriye ve yanlışa olan bu aşkımız yoksa sırf Rabbin ihtişam ve kudretini görebilmek adına birer nimet olarak verilen gözlerimizi külfete çevirip onun bunun şunun ayıp, günah ve kusuruna odaklanmak daha mı kolayımıza kaçıyor!
Olmaz dediğiniz o kadar çok olmazı, yapmaz dediklerinizin ihanetini, gitmez dediklerinizin kalleşliğini o kadar derin yaşıyorsunuz ki şaşırmak giderek uzaklaşıyor alıp verdiğiniz her nefesle.
İşte bu yüzden de “dünya eksildi” diyorum her fırsatta…
Sözün erdemine sahip insanlar azaldıkça, doğruluğun paha biçilemez bir hazine olduğu gerçeğini unuttukça, günü kurtarmak adına söylediğimiz yalanların ardı arkası kesilmedikçe, kendimizi olduğumuzdan farklı gösteren maskelerin altında huzurlu hissettikçe tüketiyor, tüketiyor, tüketiyoruz.
Hem kendimizi hem değerlerimizi hem maneviyatımızı hem de en yakın çevremizden başlayarak tüm dünyayı.
Üstelik hep bir “haklılık” edası içinde.Karşımızdakinin hak ve hukukunu hiçe sayarak.
Hep “haklı” olma edası içinde kıvranan birileriyle de “hakkı kaldırmak” imkânsız hale geliyor ve kendinizi bu kez yalnızlığa, o derin sessizliğe, içinizin Hira’sına terk ediyorsunuz.
Evet, insan en çok da böyle demlerde -milyonların içinde de olsa- yalnız kalabiliyor. Çünkü bu noktadaki yalnızlık yanında kimsenin olmaması değil, seni anlayacak kimsenin olmaması. O an kendini çok kalabalık bir mezarlıkta “tek canlı” gibi hissediyor insan. Sen doğruyu görüyorsun ama etrafındakiler seni gördüğünü görünceye kadar bu yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçiyorsun.
Bu münzevi sessizlikte ise aslında yaşamanın “biliyorum” zannının konforundan hiçbir şey bilmediğini fark etmenin ızdırabına doğru hızla yürümek gibi bir şey olduğunu farkediyorsun. Çünkü yanıla yanıla, acıya acıya, kanaya kanaya öğreniyorsun; bildiğinin
yanıldığına bile yetmediğini. Zamanla bilmeyle yarışmaktan vazgeçiyor, bilmediklerinin bildiklerinden çok daha fazla olduğunu bilmeye başlıyorsun.
Her şeyin iyi olması için, kendimi biraz daha iyi bir insan eylemeye gayret etmekten başka bir şey gelmezken elinden bu tefekkür deryası içinde kulaç atarken de düşünüyor, düşünüyor, düşünüyorsun!
Varlığımız birlikte olduğumuz insanlara safa mı, cefa mı? Yanımıza gelenlere kalbimizden zehir mi ikram ediyoruz muhabbet mi?Yük mü alıyoruz, yük mü oluyoruz?
Zira yaşanmışlıkların bir başkasına nasihat etmenin müthiş keyfi dururken, kendine söz dinletebilmenin muazzam ızdırabına talip olmanın ancak seçkinlerin kârı olduğunu öğretiyor; hem de kafana vura vura.
Oysa ki aslında dava kendini doğurma davası.İçine hicret edip oradaki kiri, pası, kini, öfkeyi, nefreti buğzu ve adaveti temizleme davası.
Ama biz kirli bir saraya padişahın misafir olmayacağını bile bile o kirli paslı kalplerimizle üzerimize zerrece toz kondurmuyor; bizim gibi düşünmeyeni kovuyor, istemediğimiz gibi davrananı haklıyor, dilemediğimiz şekilde söz söyleyenin dilini koparacak kadar küstahlaşıp Allah’a kul olduğumuz vehmi içinde ömür tüketiyoruz.
Çivisi her geçen gün biraz daha çıkıyor dünyanın ve biz bu yozlaşmayla birlikte mukaddeslerimizi de, aidiyet hislerimizi de, doğrularımızı da, mesuliyet duygumuzu da, suallerimizi de bir bir yitiriyoruz. Öncelikle kendimize, fikrimize, insanımıza sonra ait olduğumuz manevi mirasa, tarihimize, coğrafyamıza düşman oluş serüvenimiz böylece başlıyor.
Bu noktada da hiç kimse tarafından eleştirilemeyecek kadar mükemmel, herkesi eleştirebilecek kadar bilgili insanlar olduğumuz vehmine kapılıyoruz.
Tembelliğimizi de, kolaycılığımızı da, öğrenilmiş çaresizliğimizi de göremiyor; ezberlerimizi bir tarafa atamıyoruz. Hamasi nutuklarla cûşa gelince de bütün meselelerimizi hallettik zannediyoruz. Düşünmek istemiyoruz, çünkü hatalarımızdaki sorumluluk payımızla yüzleşmek ürkütüyor bizi, tefekküre niyetimiz, muhasebeye çapımız, mücadeleye gayretimiz yok!
Kendimizi kandırmaktan vazgeçmek güzel, karanlığı fark etmek iyi, ışığın yanması gerektiğini dert etmek âlâ, peki biz bu işi nasıl çözeceğiz?
Sanırım anlatmayı bırakıp anlamaya çabalayarak.Tebliğden vazgeçip temsil ederek.
İlkin kendimizi, sonra çevremizi, sonra tüm yaratılanı ve en sonunda da kainatı okumaya başlayarak.
“Emanet” bilincini iliklerimize kadar işleyeceğiz.Aldığımız nefesin dahi bize ait olmadığını içselleştireceğiz.
Böylelikle eşya üzerindeki tasarruf hakkımıza bir hudut koyacak, şekil ve üslûbu büyük bir ciddiyetle sorgulayıp Müslümanca bir okuyuş üzerinden yeniden tanımlamaya mecbur hissedeceğiz. Kapitalizmin vahşi, sekülaritenin cazip, modernitenin ayartıcı davetine kendimizi tatmin yollu bir reaksiyon yahut vicdanımızı rahatlatmak için bir tavır olsun diye değil; Müslüman olduğumuz için, başka türlüsünü yapmaya hakkımız olmadığı için, yerlerin ve göklerin Rabbine kul olduğumuz için bunu yapmaya mecbur olduğumuzun farkına varacağız.
Bir annenin kayıp evladını aradığı gibi, bir oruçlunun iftar anında suyu araması gibi, bir hastanın şifa aradığı gibi, bir âşığın asırlardır görmediği sevgilisini köşe bucak aradığı gibi tüm yaratılmışa hizmet edebileceğimiz vesileleri arayacağız böylelikle.
Borçlunun borcuna kendi borcumuza koşturduğumuz gibi koşacağız. Hastanın tedavisi için kendi hastalığımıza derman arar gibi uğraşacağız. Boynu büküğün yüzünü güldürmeye, açın karnını doyurmaya, yoksulun sofrasına katık olmaya, yetimin yüreğine dokunmaya, talebenin yetişmesine, garibin işinin hallolmasına uğraşarak tüketeceğiz ömür dediğin çileyi.
Kimbilir işte belki o gün ama sadece o gün kavuşacağız gerçek huzura…