Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıklamış olduğu yeni ortaöğretim müfredatını inceleyen oldu mu bilmiyorum. Gerek tv kanalından gerek YouTubekanalından gerek Bakanlık sitesinden anladığım kadarıyla geniş bir kitlenin ortak görüşleri doğrultusunda hazırlanmış olduğu özellikle belirtiliyor.
Ama dikkatimi çeken iki şey var. Bu yazıda sayısal verilerle ilerleyip birincisini irdeleyeceğim;
Öncelikle işin yönetim ve eğitici sac ayağı bu alanda çok ciddi bir sorun teşkil ediyor. Zira 2 yıllık zaman zarfında il il, ilçe ilçe,okul okul dolaşarak tanışma imkânı bulduğumuz binin üzerinde okul müdürü oldu. Onlarca İl Valimiz, vali yardımcımız, kaymakam ve milli eğitim müdürümüz cabası.
Üzülerek belirtmeliyim ki bizdeki yönetim “hizmet etme” değil “hükmetme” anlayışı üzerine bina edilmiş durumda ve özellikle ortaöğretim kurumlarında “liyakat” dediğimiz emanetin ehil ellerde oluşu yüzde 10’ların bile altında. Yanisi her 100 okuldan ancak 10 tanesinde “idarecilik” vasfını taşıyan; yöneticiliği “hükmetme” değil, “hizmet etme” olarak okuyan; değil elini, yüreğini taşın altında sokabilmiş ve aydınlık bir yarın inşa etmek adına gecesine gündüzüne katıp çabalayan okul müdürümüz var. Zaten OECD verileri, TÜİK istatistikleri ve ÖSYM nin sitesinde de bu durumu net bir şekilde görebiliyorsunuz ki inşallah 17 il,178 İlçe bazında yaptığım gözlemleri bir rapor halinde yayınlayacağım.
Evet, idare dediğimiz yönetim kısmı çok önemli ama özellikle işin “öğretmen” boyutu bence daha bir önem arz ediyor. Zira çağımız “bilgi çağı” ve artık bilgiye ulaşmak çok zor değil. Eskisi gibi tozlu rafların arasından kalın kalın ansiklopedi karıştırma, o kütüphane senin bu kütüphane benim dolaşma dönemi kapandı. Yani bugünün dünyasında artık “bilgi” çok bir şey ifade etmiyor. Çünkü internetin girmediği yaşam alanı kalmadı artık. Asıl mesele bilgiyi üretmek ve üretilen bu bilgiyi sonuca dökerek topluma ve insanlığa faydalı hale getirmek.
Kalın kalın kitaplara bağlı eğitim modelinin değişimi, “bilgi”nin artık ulaşılamaz olmaktan çıkışı, teknolojinin hayatın her alanına nüfuz edişi doğal olarak “öğretmenlik” mesleğine de bambaşka bir boyut kazandırıyor. Çünkü “yeni dünya” düzeninde para, güç veya büyüklük artık bilek gücünden değil beyin gücünden geliyor. Dolayısıyla dünyada söz sahibi olmak, belirlediğimiz hedeflere ulaşmak, hayalini kurduğumuz refah seviyesine ulaşmak sadece eğitim ile mümkün artık.
Duydunuz mu bilmiyorum dünyanın ilk karanlık fabrikası 2018’in sonunda Çin’de açıldı. Bu fabrikada insan yok denecek kadar az ve içerde aydınlatmaya ihtiyaç yok. Çünkü sadece robotlar çalışıyor. Yine Oxford Üniversitesi’nin sanırım 2019’un başlarında yayımladığı bir araştırma sonucuna göre dünyadaki mevcut işlerin %47,3 lük oranını bugün bile robotlara devredebilecek bir teknoloji var artık.
Sayısını artırabileceğiniz bu verileri alt alta topladığınızda ise aslında mevcut eğitim sistemimiz içinde öğretmen yetiştiren kurumlardan tutun da, bunların istihdamını sağlayan erklere kadar ilkin mevcut anlayışın değişmesi gerektiğini görüyorsunuz.
Neden?
Hep birlikte bakalım;
Bugün ülkemizde iki kaynaktan öğretmen alır durumdayız. Bunların biri “Eğitim Fakültesi” dediğimiz pedagojik formasyon ile öğretmen yetiştiren kurumlar; bir diğeri ise bu fakültelerin dışında kalan ancak mezunlarının kısa sürede aldıkları pedagojik formasyon sertifikaları ile “öğretmen” sıfatı kazandıran diğer fakülteler.
Bu okullardan mezun olup adına KPSS koyduğumuz elekteki durumumuz ahvalimizi bence tam olarak yansıtıyor;
Öğretmenlik sınavında hangi fakülteden mezun olursa olsun öğretmen adaylarımıza 50(elli) soru soruluyor.2018 verilerine göre ise durum vahim maalesef.
Eğitim Fakültesi mezunu olmayan yani diğer fakültelerden mezun olup pedagojik formasyon sertifikasına sahip olup bu sınava girmeye hak kazanan adaylara baktığımızda;
Lise Matematik Öğretmenliği için her 50 soruda bu adaylar; 12 net yapmış. Diğer bir deyişle Liselerde matematik öğretmeni olmak isteyen öğretmen adayımız sorulan 50 sorudan sadece 12 sini net olarak cevaplayabilmiş.
Fizik Öğretmeni olmak isteyen adayımız kendi branşında 16 net, Kimya Öğretmeni olmak isteyen adayımız 16 net, Biyoloji Öğretmeni olmak isteyen adayımız ise 21 net, Edebiyat Öğretmeni olmak isteyen adayımız 18 net, Tarih Öğretmeni olmak isteyen adayımız 21 net, Coğrafya Öğretmeni olmak isteyen adayımız 24 net, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olmak isteyen adayımız 29 net, İngilizce Öğretmeni olmak isteyen adayımız ise 24 net yapmış ki bu verileri ÖSYM’nin resmi sitesinden alabilirsiniz.
Peki ya Eğitim Fakültesi mezunları yani bu işin okulunda yetişenlerde durum nedir?
Türkçe Öğretmeni olmak isteyen adayımız 50 soruda 30 net, İlkokul Matematik Öğretmeni olmak isteyen adayımız 17 net, Fen Bilgisi Öğretmeni olmak isteyen adayımız 12 net, Sosyal Bilgiler Öğretmeni olmak isteyen adayımız ise 24 net yapabilmiş.
Şimdi bu verilere göre sizce de ne kadar mükemmel binalar yaparsak yapalım, onların tabelasına ne yazarsak yazalım geleceğe emin adımlarla yürümek mümkün mü? Eğiticilerin eğitilmediği bir toplum geleceğin başarılı çocuklarını yetiştirebilir mi?
Bir tık daha ileri giderek soralım ve diyelim ki öğretmenlik gibi kutsal bir mesleğe başta bakanlığımız olmak üzere ne toplum, ne veli ve yazık ki ne de öğrenciler artık saygı duyuyor mu?
Peki, yukardaki sayısal verileri de hafızamızda tutarak bu konumdaki bir meslek bu ülkenin geleceğine ne katabilir, çocuklarımıza ne verebilir, bizi dünyanın sayılı ülkeleri haline nasıl getirebilir?
(Öğretmenlerin mevcut ahvaline ilerleyen dönemde atanamayan kardeşlerimizi de dâhil ederek sayısal veriler eşliğinde devam edeceğim. Zira bu konu tek bir yazıya sığmayacak kadar vahim maalesef.)
Devam edelim;
Eğitim ve Öğretimden sorumlu bir bakanlığın (hangi akıl tutulması içinde bilmiyorum) bizzat kendi yaptığı, kendi donattığı okulu nitelikli-niteliksiz olarak ayrıştırmasını izah edecek olan var mı? Düşünün okulu yapan siz, donatan siz, oraya idareci- öğretmen ataması yapan siz, ama onu niteliksiz hemen 300 metre ötesindeki okulu ise nitelikli sayan yine siz!
Nitelikli ilan ettiğiniz okulda okuma şansına sahip öğrencinin niteliksiz ilan ettiğiniz okulda okuyan öğrenciye üstünlüğü ne?
Hayatının henüz baharında, hayata adım atmaya hazırlanan bir gence “sen tembelsin”, “işe yaramazsın”, “bu yüzden bu okulda okuyorsun” fikrini empoze ederek “çaresizliği öğretmeye” kimin ne hakkı var?
Kelime anlamı “hazine” olan gencimizi işleyip cürufundan ayırarak topluma ve insanlığa yararlı hale getirmekle mükellef bir sistem bu gence “sen bir işe yaramıyorsun, akademik başarın yok, bu yüzden okuduğun okul da niteliksiz” söylemi ve yazık ki eylemiyle onu yeniden toprağın altına gömerek dünyayla yarışan bir ülke haline nasıl geleceksiniz?
Açın ÖSYM’nin verilerine bakın ne olur;
2001’de 9.315 kişi, 2002’de 8.919 kişi, 2016’da 32.983 kişi, 2017’de 37.026 kişi üniversiteye giriş sınavlarında sıfır çekmiş.
Nedir açıklamanız?
Bu çocukların abileri ablaları çok zeki idi de bu çocuklar sonra mı aptallaştı yoksa ortaya koyduğunuz eğitim sisteminde mi kalite gittikçe düşüyor?
Alın size başka bir veri.
Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre 143 ülke arasında genel eğitim kalitemize bakalım.
2008-2009’da 77. Sıradayız. 2014-2015 Eğitim Öğretim yılında 89, 2015-2016 Eğitim Öğretim yılında 92, 2016-2017 Eğitim Öğretim yılında ise104. Sıraya düşmüşüz.
Devam edeyim mi? Bence edeyim;
Yine Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre 143 ülke arasında İlkokul Eğitim kalitesinde 2008-2009 Eğitim Öğretim yılında 91.sıradayız. Ama düşüş burda da sürüyor. 2014-2015 Eğitim Öğretim yılında 94, 2015-2016 Eğitim Öğretim yılında 100, 2016-2017 Eğitim Öğretim yılında ise 105.sıraya düşmüşüz.
Biz, bu verilerle mi İslâm Alemi’nin lokomotifi olacağız?
Kendi dilinde okuduğunu anlamada 72 ülke içinde 50.olan çocuğumuz cidden bizi yarına taşıyıp dünyanın güçlü ekonomileri arasınasokabilir mi? Yine matematikte 49. olan çocuk sizi uzaya götürebilir mi? Size yüksek teknoloji üretip hayal ettiğiniz refah seviyesine siziulaştırabilir mi?
Evet, hakkını vererek kabul etmeliyiz son 15 yıl içinde eğitime müthiş yatırımlar yaptık. Harikulade binalarımız var ve içleri tıka basa dolu bunların. Dolaştığım hemen hiçbir okulda bir idarecimizin “malzeme eksikliği” sıkıntısını duymadım, görmedim. Yani tabir-i caizse altın bir çağ yaşıyoruz. Ama inanın ki biz bu altın çağın içinden “altın bir nesil” yetiştiremiyorsak Allah belamızı verecektir. Zira sunulan her imkân aynı zamanda birer imtihandır.
Eğitim dediğiniz olgu bir ülkenin geleceğine karar verecek çocukları kazanmak ya da kaybetmektir. Eğer onları kaybederseniz ben de kaybederim, siz de kaybedersiniz, ülke de kaybeder.
Açıklanan değişim modelinin en önemli ikinci sıkıntısı ise Tarih derslerinin zorunlu ders olmaktan çıkarılması.
Bir başka yazıda inşallah.
Müebbet muhabbetle.
Saygımla,
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU