banner240

Garip, sisli ve beyazları iyiden iyiye kirlenmiş bir iklimden geçiyoruz her birimiz. Hemen herkesin “benlik” çukuruna gömüldüğü ve o benlik çukurundan görünür olmaya çalıştığı; acı çekmeden, gözyaşı dökmeden, meşakkatlere katlanmadan, hayata dair her ne varsa katlanmadan her şeyi öğrenme, bu bilgi kırıntıları ile etrafına bilgelik yayma ve kendindeki “üstün” meziyetleri başkalarına gösterme sevdası ile kıvrandığı bu iklim, adım adım bilincimizin köklerini kurutuyor, idraklerimizi perdeliyor ve biz, yazık ki “biz” olmaktan hızla uzaklaşıyoruz.

Bundan olsa gerek ki mezarlığa uğramamış, ölüm ve ayrılık acısını iliklerine kadar yaşamamış; otogar, havaalanı, garlardaki ayrılık ve buluşmalara tanıklık etmemiş; dua kanallarının ardına kadar açıldığı, acziyetin doruklara çıktığı ameliyathanelerin önündeki çaresiz bekleyişi görmemiş; açlık çekmemiş, yoklukla buluşmamış, ihanet nedir yaşamamış; yarı yolda bırakılmamış insanların google’dan aşırdıkları malumat kırıntıları ile bilgelik peşinde olduğu veya popüler kitaplardan hayatın anlamını aradığı bu kirli zaman diliminde ruhlarımız avuçlarımızda yazık ki bir hüzün yumağı gibi artık.

Kafamızı hangi tarafa çevirsek kişisel gelişim kitapları, on adımda yükselmenin karekodları, fısır fısır okumalarla bir ayda zengin olmanın yolları, “ben”liği işaret eden aforizmalar, tılsımlar, şifreler, nuskalar, büyüler tarzından kitap, paylaşım ve yazılar benliğimize tokat gibi çarpıyor; ne kadar kaçarsanız kaçın başımızdan aşağı yağdırılan enformasyon sağanağı ile gözümüzün içine sokuluyor.

Bu nedenle de sosyal çevremizden tutun da eğitim hayatımıza, çeşitlenen ve her geçen gün sayısı artan medya araçlarından, türedi iletişim mecralarına kadar çoklu bir etkileşim ortamı içinde zihinlerimiz yoğun bir işgal altında!

Hemen her cephede savaşan bir akla sahip iken de, bırakın kendimizle baş başa kalmayı, bir şeylerin cevabını aramayı ya da bireysel merakımızından doğan “kendi sorularımızı” üretmeyi, gerçekten içimizdeki sesi duyamıyor, onunla yeniden buluşamıyoruz!

Öyle ya, herkesin her şeyden haberdar olmayı adeta ihtiras haline getirdiği bir zamanda; insan, dışarının sağır edici gürültüsünden içindeki sesi duyabilir, o sese kulak kabartabilir mi?

Nasıl yaşamamız gerektiği başta olmak üzere; “neyi hedeflemeliyiz, neye ihtiyaç duymalıyız, nasıl bir kariyer yapmalı, hayatımızı kiminle birleştirmeliyiz, ölmeden önce nereleri görmeli, neleri okumalı, neleri seyretmeliyiz”e kadar zihnimizden aşağı boca edilen seri üretilmiş hazır cevaplar ve paket menülerin içinden gerçekten ‘bize lazım olanları’ seçebiliyor muyuz; yoksa başkalarının seçtiği ‘lüzumlu’lar, yakamızdan bir şekilde yakalayıp hem zamanımızı, hem paramızı, hem enerjimizi, hem de adına ‘değerler’ dediğimiz tüm maneviyatımızı sünger gibi emerek bizim kendimizle buluşma yolculuğumuzu sürekli erteliyor mu?

Bu enformasyon zırvalığı arasında kendi hatırını sormaya, kendini özlemeye bile vakti olmayan; yedisinden yetmişine ‘evin içinde dahi olsa’ giydiği kıyafetlerin birbiri ile uyumlu

olmasına azami dikkat eden ama ‘kendini göremediği için’ davranışlarının insan olmasıyla uyumlu olup olmadığını zerrece umursamayan insan, bütün kişisel performanslarını görünür kılmanın peşine bu kadar düşmüşken kendisiyle hangi ara buluşacak; hangi hakikate ve en önemlisi ‘ne zaman’ teslim olacak dersiniz?

Adına “bilgi” konan çağın insanlara ‘bilgelik’ getirmediği, iletişim teknolojilerinin var olan muhabbeti törpüleyerek ruhunu aldığı, karşıtlıkların ortak alanları tümüyle yok ettiği, herkesin gerçekleri kendi menfaatine göre eğip bükebildiği, hakkaniyet ve adaletin yeşermesi için kılını kıpırdatmayanların her zaman ve mekânda kendilerini haklı gösterecek argümanlar bulmakta zorlanmadığı; insanlık tarihi boyunca olduğu gibi güçlünün güçsüzü ezmeye devam ettiği, zenginin yoksulun sırtından semirdiği, endüstrinin tabiatı yok etmek için artık vardiyalı çalıştığı, taraftarlığın ötekileştirmeyi zorunlu doğurduğu bu paslı zaman diliminde kilitlenen kalbimizin anahtarını nerede kaybettik dersiniz?

Olan bitene bu anlam derinliği üzerinden baktığımızda modların davranışın yerine geçtiği, kodların standart karaktere dönüştüğü bu gidişat içinde kendini bulması gerekirken kendinden kaçan, kendi gerçekliğine ısrarla gözlerini kapatan, duygusal cetvelinin milimetrik ayrımlarını dahi silmek için çabalayan ve koskoca güneş dururken cılız ışıklarla ömrünü aydınlatma gayretindeki insanın gidebileceği bir mesafe; içi zifiri karanlık iken aydınlatabileceği bir zaman veya mekân var mıdır sizce?

Kurgunun krallığı gönül coğrafyamızdaki tüm kaleleri tek tek ele geçirirken; anlam haritalarımızı yerle bir ederek ritmini değiştirdiği yaşantımızda olan biteni asli yapısından, özgül ağırlığından koparıp anlamsızlığın çukuruna iterken; bırakın malını, mülkünü, parasını, arabasını, makamını, mevkisini; aldığı nefesi, taşıdığı canı bile günü geldiğinde teslim edeceğini bilen insan; ne oldu da iman ettiğini iddia ettiği kutsallara ilk adımını atarken dahi “şahidim ki” diye beyan ettiği ikrarındaki şahitliği, gem vuramadığı ihtiraslarıyla “sahibim ki”ye dönüştürme uğraşında ömür tüketip, kendisine tanınan vade içinde sadece “kendini” yaşamaya odaklandığı halde, “kendinden ibaret kalamaz” hale geldi ve özünü, anlamını bu kadar kaybetti?

Evet, farkındayım, farkındasınız, farkındalar…

İnsan hikâyeleri giderek birbirine benziyor, aynılaşıyor, silikleşiyor. İçini dolduramadığımız bu hikâyelerle yaşadığımız herşey koca bir boşluk halini alıyor.

Zira vaktinin devasa parçalarını sanal dünyadaki rivayetlere kurban veren günümüz modern insanı bu anlam kargaşaları içinde kendi yaşamını zengin kılacak tecrübeleri yaşamaya artık vakit bulamıyor. Çünkü bütün duygusal ve zihinsel enerjisini “dokunamadığı” sanal bir dünya için harcıyor ve içinde yaşadığı hayatı yüzüstü bırakıyor. Bu öğüten ve öğütme hızını her geçen gün artıran teknoloji değirmeni içinde de “benim hayatım” diyebileceği pek bir şey kalmıyor.

Bu anlamsızlık çukuru içinde kederlerden arıtılmış bir dünyanın hayali kurulsa da, hızlarını arttırmak için bütün anlam ağırlıklarından kurtulmaya çalışan; herkesin büyülenmiş gibi aynı şeyleri yaptığı ve bunları sürekli tekrar ettiği; yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz anlam oksijenini dumana boğmak için kalabalıkların birbiri ile yarıştığı; neredeyse her şeyin satın

alınabilir hale geldiği çağımızda; hayatımız, yaşama kültürümüz, kullandığımız eşya ve araçlar, yaşadığımız şehir ve mekanlar, tutku ve arzularımız, alışkanlık ve bağımlılıklarımız ve en çok da bizi biz yapan değerlerimiz ‘hız’la değişiyor.

Bu gidişatta neyin yanlış olduğu, nelerin bizi yanlışlara götürdüğüne dair akla gelebilecek her tespit bu gidişattan mustarip olan herkeste bir karşılık bulsa da ne tuhaftır ki artık bu karşılıktan bir etki doğmuyor.

Çünkü çağın modern insanı(!) birkaç satır okusun, üç beş tweet takip etsin, tv de birkaç hararetli tartışma izlesin ve bu sayede her şeyin hakikatini iki dakikada çözsün, her konuda bilgi ve kanaat sahibi olsun istiyor. Geçtiği eğitim sürecinde kafasından aşağı zorla boca edilen bilginin -gerçek hayatta çok da işine yaramadığını gördüğü için olsa gerek- bilgi sahibi olmanın maliyetini ödemeye mecali yok, yıllarca okuyup araştırmayı gözü kesmiyor artık. Bilgili görünme çabası da sadece yaşadığı toplumda sahip olduğu konum, makam, mevki için geçerli. Yoksa ezici bir çoğunluğun ona bile ihtiyaç duymayacak kadar kendini zeki sandığına eminim.

Heyecanı hız limitlerinin üstünde arayan, her şeyi hızlı yapmayı marifet bilen; bu nedenle de hızlı iletişim ağları, hızlı ulaşım araçları, hızlı okuma yöntemlerini kıyasıya araştıran günümüz insanı; aynı hızla düşünüp unutmaya, aynı hızla sevip soğumaya, aynı hızla kopyalayıp yapıştırmaya, aynı hızla yükleyip indirmeye de başladı farkında olmadan.

Belki de bu yüzden yukarda andığım insan zekâsıyla alay eden kişisel gelişim drajeleri, tılsımlar, cifirler, çabuk zengin olmanın yollarını öğreten kitaplar yok satıyor: Çünkü bunların zihniyetimizdeki her türlü vitamin eksikliğini gidereceğine inandık daha doğrusu inandırıldık.

Dünyada gelmiş geçmiş en büyük kişisel gelişim uzmanının aslında Âlemlere rahmet olarak gönderilen olduğunu nerden bileceğiz ki, merak salıp sevdiğimizi iddia ettiğimiz ama -bu sevginin hakkını vermek adına dahi olsa- ona benzemeye çalışmak için hayatını en ince ayrıntısına kadar araştıralım.

Edebî ifadenin, hikmetli sözün yanına tefekkürü koymak yerine; altına fon müziği, yanına kahve fincanı koymamızın sebebi bu değil mi sizce de?

Peki ya; kitaplarımızı ‘mutlaka okunması gereken 100 kitap’ listelerinden, filmlerimizi ‘ölmeden önce izlenmesi gereken 100 film’ seçmelerinden, gündemimizi hashtag dökümlerinden, trend topic sıralamalarından, fikirlerimizi ‘omuz atın, bugün şu fikri savunuyoruz’ dolduruşlarından, hayallerimizi ‘in-out’ güncellemelerinden, zevklerimizi ‘ne yenir ne giyilir ne alınır, nerede kalınır’ güdülemelerinden almamızın altında da bu sebep yatmıyor mu?

“Aslında evet” dediğinizi duyar gibiyim!

Çünkü bu ‘medyatik ezber’ hem herkesten bir eksiğimizi bırakmayacak hem de en seçkin olarak bizi işaret edecek sanıyoruz. Sorulmuş soruların üstüne sorulmamış bir soru eklemek, verilmiş cevapların ötesinde verilmemiş bir cevap aramak; bu yüzden kimsenin aklına gelmiyor.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol



Günebakış Trabzon Haber